mardinmardin.net | Taşın ve İnancın Şiiri...

Yerel Köyün Evrenseli olmak - 1 / İ. Mısırlıoğlu
Tarih: 11.06.2007 Saat: 09:31
Konu: İlhami Mısırlıoğlu


550 yıl önce bu topraklarda sorulmuş bir soru vardı: "İmam Gazzali mi haklıydı, İbni Rüşd mü?"
2. Mehmet'in, şeyhülislamı Hocazade'ye sorduğu bu soru, aslına bakılırsa bu padişahı Osmanlı tarihinin en önemli hükümdarı yapmaya yeter. Yani İstanbul'u fethetmesine gerek yoktu. Ancak sorudan da belli ki bu soruyu sormasını bilen, istanbul'u mutlaka alırdı. (...) Bu zor soruya sonra döneceğim. Çünkü bu soruya doğru yanıtı verememiş, gelenekle bağını koparmış, sonra bu soruyu ve yanıtını bir daha neredeyse kurcalamamış bir toprağın çocuklarıyız biz. Kendimizi batı üstünden tanıdığımız, ve çoğunlukla bu tavrı bugün de sürdürdüğümüz için özürlü kuşaklarız. Kemalist modernleşme denemeleri ve Marksist kökenli -ama elbette ki yine radikal- modernleşme önerileri ülkemizde süre giden kimlik bunalımına ne yazık ki son veremez. Mehmet Altan'ın Star'daki son yazısında söylediği bir söz var: "Herkes ümitsizlik yarışındayken, ümidi yaratan bu ülkenin baş tacı olacak". Bu ümidi yaratmak, gelenekle yolları yeniden kesiştirmekten, geleneğin kaçınılmaz olarak yine modern -belki yeni modern- yorumlarını yapmaktan geçiyor. Ancak gelenekle bağını kuran, eskiyi içeren bir yeni, umut olma olasılığını hak edebilir.

Kim bilir belki bugün karşı karşıya olduğumuz çok sayıda zor sorunun kaynağı da buralarda aranmalıdır. Bu kadar derinlerde ama ne güzel ki, hala ulaşılabilir bir derinlik. Devamı içerde...

Azınlık çoğunluk halleri

Hrant'ın ölümünün üstünden dört aya yakın bir zaman geçti. Zaman tutuculuk için çalıştı, daha doğru ifadeyle ilericilik zamanı iyi kullanamadı. İlk başta ılımlı yaklaşımlar sunanların bir kısmı da ne yazık ki, yavaş yavaş toplumdaki bilinen çoğunluğun etkisi altına girdi, beyaz berelilerin ırmağı tersine akıtmak yolunda da olsa, geçici hakimiyeti başladı. Ebedi azınlık mahkumlarından olarak, çabalarımızın yetersizliğini ve sonuçlarını üzülerek izliyorum. Başlayan seçim kampanyaları ise bu duruma meşru bir örtü olarak imdada yetişti.

Toplumdaki ileri gitme, tutucu kalma mücadelesinde iktidar değilse de hükümet olduğu için ne yazık ki en önde duran ama kafası da kendisi de karışık olan tutuk-““ilerlemeci” hükümet, bu cinayet sonrasında yükselen tepkiler ve oluşan olumlu dalgayı iyi değerlendiremedi.

Ülkede sivil toplum yeterince güçlü değil, politik önderlik yapacak güçler dağınık ve yetersiz. Böylesi bir durumda hukukun üstünlüğünü rehber edindiğini söyleyenler, kendi yararına da olabilecek kimi düzenlemeleri, değişiklikleri yapmamak için adeta ayak sürüyor. Demokrat yapıdaki insanların ve örgütlerin toplum içindeki zayıflığı bu vesileyle bir kez daha kendini açıkça hissettirdi. Yükselen dalgayı alıp ileri taşıyacak güçler cılız ve çok azınlıkta. Halk arasında geleneksel olarak örgütlü olan, zayıfladıkça güçlü görünmeye çabalamak zorunda olan milliyetçilik; dalganın sönmeye başladığını görünce harekete geçti.

Uzun erimli stratejiye sahip olması gereken devrimcilerin, demokratların başarısı, böylesi dönemeçlerde örgütlü olarak, bir adım bile olsa toplumu ileri götürecek taktiklerle sürece akıllı müdahalesi anlamına geliyor. Toplumun o anki kavrayışının biraz ötesinde şok bir sloganla devreye girdiğinizde, ilk başta elde edilen başarı sonrasında, bu dalgayı, toplumu eğiterek, toplumla birlikte ileri taşıyamıyorsanız, bu slogan özünde doğru da olsa, o anın koşullarına ve sonrasının gerekliliklerine uymuyorsa, demokrat ve devrimci güçlerin o anki örgütlü güçleriyle çakışmıyorsa, o sloganı belki de atmamak gerektiğini kabul etmek zorundayız. Tarihi olaylarda bazen koşulların tam olgunlaşmadığı anlarda istem dışı kimi gelişmeler olabilir. Bu da galiba öyleydi. Kimi dikkatli çevreler bu konularda en başından uyarılarda bulundu ama ok yaydan çıktıktan sonra da herkes olabildiğince bu sloganın ardında durmaya çalıştı. Bu da kaçınılmazdı zaten.

Bu küçük deney de bir daha gösterdi ki böylesine kitlesel hareketlerin, toplumun bilincindeki sıçrama anlarının yönetimini, doğru önderliğini yapacak güç ne yazık ki yok ve yakın bir gelecek için de umut vaat etmiyor, inandırıcı pratik olasılıklar da ortada görünmüyor.

Hayat bizi beklemediği için, toplumun bu tarihsel aşamasında, ilerici, gerici dengesinde, karşıtlıkları doğru yorumlayıp, buradan doğru gruplaşma ve cephe analizleri çıkarıp, kimlerle nereye kadar gidebileceğini doğru saptayıp, toplumu ileriye sürükleyecek, en az devrimler kadar önemli büyük tarihi reformların gerçekleşmesini yönetecek bir yapı olmadan kimi sloganlar gündeme gelince, doğal olarak bundan orta vadede kazançlı çıkanlar sonuçta yalnızca gericiler, tutucular, milliyetçiler ve statükocular oluyor. Uzun vadede mi? “Uzun vadede hepimiz öleceğiz!”

Kim bilir belki ilk baştaki ılımlı yaklaşımlar da benim vehmim idi ve ben öyle olsun istedim, öyle sanmak istedim. Bu slogan üstüne benim gibi birkaç arkadaşımın daha kaygısı vardı. Kendi tedirginliklerimin kaynağında, toplumun buna benzer tutumları yanlış anlama konusunda, neredeyse özel eğitimden geçirilmiş gibi olduğuna inancım bulunuyordu. Belki bu düşten erken ayılmama yardımcı olan gelişmelere ve kişilere minnettar olmalıyım.

Yürüyüşte “Hepimiz Ermeni’yiz!” sloganı atanlar mı haklı, yoksa bunu biraz erken bulanlar mı? Biz bugün için ne yazık ki bu soruya verilen yanıtları objektif değerlendirmekten hala uzağız. Çünkü durum sıcak, çünkü tarihin henüz çok içinde yaşıyoruz... Çünkü derya içinde deryayı anlamaktan uzak balıklar gibiyiz. Büyük balıklar küçük balıkların peşinde, küçük dünyalarımızı alem sanarak geziyoruz. Günümüzü, gün etmesek bile, gül edemediğimiz de kesin.

Yukarıdaki bu sorunun yanıtını bulmanın, 550 yıl önce bu topraklarda sorulmuş “İmam Gazzali mi haklıydı, İbni Rüşd mü?” sorusuna yanıt bulmaktan daha zor olmadığı da açık. Bu zor soruya sonra döneceğim. Çünkü bu soruya doğru yanıtı verememiş, gelenekle bağını koparmış, sonra bu soruyu ve yanıtını bir daha neredeyse kurcalamamış bir toprağın çocuklarıyız biz. Kendimizi batı üstünden tanıdığımız, ve çoğunlukla bu tavrı bugün de sürdürdüğümüz için özürlü kuşaklarız. Kemalist modernleşme denemeleri ve Marksist kökenli -ama elbette ki yine radikal- modernleşme önerileri ülkemizde süre giden kimlik bunalımına ne yazık ki son veremez. Mehmet Altan’ın Star’daki son yazısında söylediği bir söz var: “Herkes ümitsizlik yarışındayken, ümidi yaratan bu ülkenin baş tacı olacak”. Bu ümidi yaratmak, gelenekle yolları yeniden kesiştirmekten, geleneğin kaçınılmaz olarak yine modern -belki yeni modern- yorumlarını yapmaktan geçiyor. Ancak gelenekle bağını kuran, eskiyi içeren bir yeni, umut olma olasılığını yeniden taşıyabilir.

Kim bilir belki bugün karşı karşıya olduğumuz çok sayıda zor sorunun kaynağı da buralarda aranmalıdır. Bu kadar derinlerde ama ne güzel ki, hala ulaşılabilir bir derinlik.

Güncelin tarihle imtihanı ya da çoğunluğun çoğunluk kalmaya inancı, kararlılığı

Yazdığım sitelerden biri olan www.ercis.net’de, özellikle Erciş Kürsüsü adlı Forum, Hrant tartışmalarından nasibini almıştı. Türkiye’de ne, nasıl tartışılıyorsa, ya da tartışılamıyorsa, orada da aynısı oluyor. Buraya yazılan yazılardan birisine yanıt vermem gerekmişti. Bu tür sözcükleri hiç sevmesem de, alıp kullanmak zorunda kaldım. Bu yazıda, bu konuda halkımızın “gaza geldiği” öne sürülüyordu. Biliyoruz ki aslında halkımız bir çok konuda “gaza geliyor”, bu doğru ama emin olunmalıydı ki "Biz Ermeniyiz!" diyerek “gaza” gelmez. Nitekim öyle olmadığı da yavaş yavaş netleşiyor. Stadyumlarda atılan “Hepimiz Türk’üz” sloganları çoğunluğun, çoğunluk kalmaya inancını ve kararlılığını dile getirmeye başladı bile.

Aslında cenazede yürüyen bu toplumun bir azınlığıydı. Hepsi Ermeni kökenliydi anlamında değil, tavır ve düşünce anlamında bir azınlıktı. Sloganın kendiliğinden bir yanının olduğu sonraki tartışmalardan anlaşılıyor zaten. Ancak her toplumsal kendiliğindenliğin de bağlı olduğu kimi sosyolojik ve sosyal-psikolojik kurallar var. Fizikteki rastlantıların da, zorunluluklar yasasıyla ilginç bağlantısı gibi... Yani kendiliğinden bile çıkmış olsa bu slogan, niye bugün, neden o anda ve nasıl o akıllı insanlar topluluğunu etkiledi, sorularına kendiliğinden yanıt olmuyordu.

Yürüyenler azınlık bir topluluktu ama az değildi. Çok kalabalık değildi -bazılarına göre çoktu ama bana göre değildi- ancak önemli bir kalabalıktı. Hatta bana kalırsa onlar bir kalabalık bile değildi, bilerek bilmeyerek bu topluma eğitmenlik yapma kaderiyle yüz yüze kalmışların, yeni bir azınlığın bir yan yana duruşuydu. Üstelik bu toplum, her alanda azınlıkta olanların (dini azınlıklar, etnik azınlıklar, etik azınlıklar, fikri azınlıkların) ellerine yeni bir azınlık ortak şemsiyesini tutuşturarak, bu tanrısal cezayı onlara verirken kimseye danışmamıştı. Unutmayalım ki kimi cezalar cezayı çekenleri, kimisi cezadan kurtulanları, kimisi de her iki tarafın yanında olayın izleyenlerini eğitir, değiştirir. Bu sürecin sonunu da aslında böyle görüyorum. Birileri bunu çok sonra anlayacak bile olsa...

Dönemecin farkında olan insan ve farkındalık erdemi

İnsan yaşamında çok dönemeç vardır. Bir çoğumuz bu dönemeçleri, dönemeç olduğunu algılamadan yaşar geçeriz. Bazı şanslılar geçmişlerine bakarken bunları kişisel tarih olarak hissederler bazıları ise bu mutluluğa hiç erişemez. Kimileri ise her dönemecin, her aşamanın farkında olmanın sevincini, hüznünü tadar. Farkındalık, insan olmanın, galiba bu dünyada ulaşılabileceği en yüksek ortalamanın adıdır. En yüksek demedim, dikkat edilirse, en yüksek ortalama dedim. Çünkü Anadolu toprakları farkındalık ortalamasının çok üstüne çıkmış nice alimler, veliler, erenler yetiştirmiştir. Gelenekle bağını kesip atmış bir toplumda, bugün o isimlerin hala ayakta oluşunun, hala ışık saçmasının bir nedeni de budur ve ortalama, onların yüzü suyu hürmetine galiba biraz yüksektir. Buna karşı ortalamayı aşağıya çekenlerin çokluğu da ortada.

Bu bazen insanları yanılgıya götürür. Kalabalıkların gücü başımızı döndürebilir. Tartışılabilir zamanlaması dışında “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz!” sloganındaki erdemi, hepimizi koruyan vicdanı, bu topraklarda yaşayan insanları yücelten onurlu duruşu göremeyenlerdir asıl kalabalık. Onlar bu topraklarda hep çoğunluk olmuşlardır. Onların, azınlıktaki yürüyüşçüler, slogancılar karşısındaki duruşunun ilk aşamadaki zaferi ve zamana karşı ise yenilgisi kaçınılmazdır. Böylesi fakir duyguların, biraz cahil, biraz acemice ama duygusal olarak içten üstelik fanatizmle savunulması nasıl ortalamada bir çoğunluk hissi uyandırıyorsa; resmi tarihin yalanlarla ve saklanan gerçeklerle beslediği şişkin egomuzun kaçınılmaz refleksi olarak çoğu aydına anlamlı da geliyor. Bir anlamda ekilen rüzgarların biçilmiş fırtınası da diyebiliriz buna.

Hep azınlıkta olmanın kederi ve bilinci

Bu anlamda ben kendimi hep azınlıkta gördüm. Çok ender zamanlarda kendimi çoğunluğun içinde bulduğum durumlarda ise konumuma hep şüpheyle baktım. Aslında çoğunlukla birlikte olmak ne kadar inanılmaz, rahatlatıcı, güven verici ise, azınlıktan olmak da o kadar hüzünlüdür. Bir anlık çoğunluktan olmanın o bir anlık zevkini çıkarıp sonra şu soruyu sorardım kendime: "Acaba ben nerede yanlış yapmıştım ki, bir an için bile olsa, kendimi çoğunlukla aynı saflarda bulmuştum?" Benimkisi yaşama karşı, felsefi bir azınlığın mütevazı bir direnişiydi sadece. Kendime tarihten gönül dostları aradığımda, elbette bulabileceğim örnek çoktu. Ancak ben kimlerle (bu dönemeçte ülkemde, demokrasiden, özgürlüklerden yana olan herkes) birlikte yürümek istiyorsam onların, örnek almadıkları ama alsalar çok iyi olabilecek önderleriyle bir bağ aradım ve özümü Farabi'nin, İbni Sina'nın, Şeyh Bedreddin'in, Mevlana'nın azınlık olmuşluklarıyla hemhal buldum. En çarpıcı olan ise örneğin Ali taraftarlığının azınlığıyla, İmam Muaviye'nin çoğunluğu arasında Ali'ci olup, Sünnilik çoğunluğunda mezhebinden bağımsız olarak Aleviliğe kaderim demekti. Ya da belki daha anlamlısı, İmam Gazzali'nin çoğunluğuna itibar etmeyip, Farabi ve İbni Sina'nın eleştirel devamcısı sayabileceğimiz İbni Rüşd'ün azınlığıyla yetinmemdi. Ama tesellim şuradaydı ki; bugün en koyu taraftarları bile, çoğunluğun sesi, temsilcisi ve ideologu olmuş İmam Gazzali'yi anarken şöyle bir an duraklarlar ve onun, İslam bilgini olarak önemli katkılarını şöyle bir düşünürler ama asıl İslam'da İçtihad Devri'nin bitmesindeki rolünü, üstelik hüzünle anımsarlar.

Sentezi başarmış, 200 yıllık İslam aydınlanmasına son verenler; İslam düşüncesini, Yunan Felsefesi’nin etkisinden arındırmak yani saflık peşindeydi

Bugünkü azınlık hallerimizi anlamak için geçmişte, hem de eskiden pek uğramadığımız odalarında, biraz daha kalalım izninizle.

Gazzali'yi bugüne getiren esas şey, elbetteki büyük bir İslam bilgini olmasının dışında, kendi dönemindeki toplumsal gelişmeyi yanlış okuyup, dinsel bilgisini bunun emrine vermesiydi. Sonuç ise Nizamülmülk'ün siyasi yasalarının, dinsel meşruluğunu sağlamaya yönelmesi olmuştur. Bunun için de o dönem adem-i merkeziyet dışlanmış, merkeziyetçilik övülmüştür; İslam ilminin o dönem beslendiği kaynaklara şüpheyle bakılıp, onları "dışardan" diye niteleyip; Felsefeciler akımı denilerek Farabi, İbni Sina çizgisi sapkın ilan edilmiştir. Felsefecilerin, Yunan felsefesinin en üstün yanlarıyla İslam felsefesinin çağdaş yanlarından oluşturdukları muhteşem sentezi, herkesi tanrıdan şüphelenmeye götüreceği iddiasıyla reddeden, onların kurdukları -ki o zamana kadar dünya yüzünde kurulmuş en modern, en gelişkin kurumlar olan- üniversiteleri, tüm bölümleriyle birlikte lağveden, aradığımız her şeyin Kur’an’da olduğunu bildirerek, tüm üniversiteyi yanlış biçimde sadece kutsal kitabın çalışıldığı yer haline getiren Gazzali çizgisi; bugünden bakıldığında bile hala İslam'ın -fetihler ve coğrafya büyümesi anlamında değilse de- diğer semavi dinler karşısında dünya çapındaki bilimsel ve fikri üstünlüğünü yitirmesinin en temel simgesi olarak görünüyor.

Bu çizgiye azınlıktan son itiraz 100 yıl sonra İbni Rüşd'den gelmiştir. Ki o Endülüslü İbni Rüşd, batının Rönesans ve Reform dönemlerinin ana tetikleyicisi kabul edildiğinden, Batı tarafından Averros adıyla kendi bilim adamları arasında sayılmaktadır. Batı onun çizgisinden de etkilenerek gelişimini sıçramalı yapmış, Doğu dünyası ise esas olarak İmam Gazzali çizgisinde "ilerleyerek" gerilemiş, 300 yıllık İslam'ın altın çağına bir daha asla ulaşamamıştır.

Bizi, Dünyanın Merkezi’nden, Merkezin Çevresi’ne getiren çizgi, bugün nereden geçiyor?

800’lü, 900’lü yıllarda, Bağdat'taki üniversitelerde, matematik alanında, bugün bile hala geçerliliğini koruyan buluşlara imza atılırken; Avrupa’nın Elcebra dediği Cebir’de keşfedilen kimi formüller bugün bile geçerliliğini korurken; Astronomi alanında insanlığa yeni bilimsel ufuklar açılırken; Müzik’te notalama sistemleri geliştirilirken; Tıp’ta İbni Sina, neredeyse 1500’lere kadar batıdaki tıp fakültelerinin ana kitabı olarak kalacak Kanones adlı tıp eserini yazarken; Doğu dünyası dev çeviri ordularıyla, o sırada bilimin ulaştığı en üst nokta olan ve Bizans’ın pagan geçmişi dolayısıyla utanarak, sakladığı ve yasakladığı Antik Yunan bilimini, felsefesini Arapça'ya çevirmekle ve bunlara yorumlar yazarak onları aşmakla meşgulken; Avrupa, cadılar, engizisyonlar dönemini yaşıyor dinsel taassup altından çıkabilmek, barbarlık dönemini bitirebilmek için, İslam’ın yanlış biçimde terk ettiği büyük İslam bilginlerine dört elle sarılıyordu.

Avrupa’da çoğunluk, Katoliklerin düzenini İslam’ın azınlıklarıyla sarsıp atağa kalkarken; Osmanlılar bir büyük çoğunluk olarak ortaya çıkıyor, İslam coğrafyasını tarihinin en yüksek noktalarına çıkarıyor ama fikirsel alanda, bilimsel yönden İslam coğrafyasının giderek çölleşmesini engelleyemiyordu. Nitekim o tarihten sonra İslam dünyasının, (Mimar Sinan gibi, 2. Mehmet gibi bir iki isim dışında) tüm dünyayı hala etkileyebilen hiç kimseyi ortaya koyamadığı gerçeğiyle bir türlü yüzleşmek istememek, bu çölleşmenin beyinlerimizdeki karşılığının oldukça yol aldığının göstergesiydi.

Yıldızın parladığı anlar enderdir

Yıldızın parladığı anlar vardır. Stefan Zweig bunu çok iyi anlatır. Osmanlı’da da bu yıldız bir an için parlamıştır. Ne zaman? Fatih İstanbul’u aldıktan hemen sonra. Rum Diyarının Sultanı (yani bir anlamda Roma İmparatoru) olarak imzasını atan 2. Mehmet; Şeyhülislam Hocazade’yi çağırır ve ona sorar: “İmam Gazali mi yoksa İbni Rüşd mü haklıydı?” O sırada henüz üstünden 200-250 yıl geçmiş bir büyük tartışma hakkında, çok anlamlı bir soruydu bu. Üstelik 250 yıl boyunca kimi bilginlerimizin verdiği binlerce yanıttan daha anlamlı bir soru! Ki, kimileri için 2. Mehmet, İstanbul’u aldığı için büyüktür, Fatih’tir! Bazılarımız için ise 2. Mehmet bu soruyu sormuş tek Osmanlı Sultanı olduğu için en büyüktür!

Hocazade, bu soruyu yanıtlamak için zaman ister ve köşesine çekilir. Bir zaman sonra tekrar huzura çağrılır ve soru yeniden sorulur: “İmam Gazali mi yoksa İbni Rüşd mü haklıydı?”

Bilmiyorum Hocazade’nin hangi yanıtı verdiğini söylemeye gerek var mı?

“Hocazade, başka bir yanıt vermiş olsaydı, dünya nasıl değişirdi?”nin spekülatif tarihini yazmak hala epeyi zevkli olabilir.

Bu toprağın ermişlerinin izini iyi belleyenler, hiç sürülmemiş bir tarlada bile izlerini yitirmezler!

Aradan geçen 600 yıla yakın zamandan sonra yıldızın bir daha parlaması ancak bizim elimizdedir.

Günümüz dünyasının en büyük eksiği Marksizm’i içerip, onu eleştirerek aşan görüşün yokluğudur, bu doğru ama bir değişim bilimi olan, Doğu’yu kavrayışı ve yorumlayışı eksikler, yetersizlikler ve yanlışlarla dolu olan Marksizm’in, Doğu’ya ve yerele yönelik penceresini çoğun kapalı tutanlar da biz olmadık mı?

Kendi geçmişinin farkında olan -çoğun olmayan-, onun entellektüellerinin, önderlerinin ta kendisi değil midir bu biz?

Bu biz yüzlerce isyanda kellesini yitirmişlerdir, Bedreddin’lerdir, Pir Sultan’lardır. Bu biz, her şeye rağmen, felsefi ya da dini inancıyla tutarlı bir ahlak anlayışını, derin bir acıma ve engin bir insanlık sevgisini, çağların üstünden aşırıp kendi içinde bugün de yeşertebilmişlerin buluştuğu kimliktir.

Yerel köyün evrensel kabadayılarıyla başa çıkabilmek için ise yerel köyün evrensel entellektüellerine ihtiyaç var. öyle ki onlar, kendilerine ve topluma doğru soruları sorabilsinler: 800 - 1100 arasında, nasıl oldu da hıristiyan dünyası barbarlık dönemini yaşadığı sırada, islam altın çağını yaşayabildi? Hani islam hep geri kalmışlık demekti? İslamın en çok bilimle içiçe olduğu, bilimi ürettiği ve üretimde kullandığı dönem ne zamandı? Adem-i merkeziyetçilik, ve merkeziyetçilik seçimleri ve devlet yapılarının ihtiyaca uydurulması, hoşgörülü olmak, çok kültürlü olmak o günlerde ne anlama geliyordu? O günkü liderlik ruhunu doğu dünyası bir daha yakalayabilir mi? Yoksa bu ruh şimdi Hindistan'a, Çin'e, Japonya'ya mı geçti? İslam, kimlik, modernleşme, devrimler, şeriat, sağcılık, solculuk, ilericilik, gericilik, muhafazakarlık, demokratlık gibi kavramları bu sorular ışığında yeniden irdelemek gerekmez mi?

Doğu'yu anlamak, yereli bilmek ve bu sorulara yanıt aramak... Bu da yazımın ikinci bölümünün konusu olacak.

İ. Mısırlıoğlu
Şubat 2007 İstanbul

(Haziran 2007’de güncellik adına minik ekler yapıldı)





Bu haberin geldigi yer: mardinmardin.net | Taşın ve İnancın Şiiri...
http://www.mardinmardin.net

Bu haber icin adres:
http://www.mardinmardin.net/modules.php?name=News&file=article&sid=26